İGD’nin düzenlediği “Yerel Seçim Sonrası Türkiye ve Medya” konulu panelde açılış konuşmasını Beyoğlu Belediye Başkanı İnan Güney yaptı. Gazete Pencere ve Yeni Soluk yazarı Necdet Saraç, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Miyase İlknur, televizyon programcısı Gökmen Karadağ ve Akşam Gazetesi eski yazı işleri müdürü Mustafa Dolu yerel seçim sonrası yorumlarını paylaştı. Moderatörlüğünü İGD Başkanı Hasan Hınıslı’nın yaptığı panelde yerel seçimler sonrası medyanın durumu ve gelecekte medyayı bekleyen gelişmeler ele alındı.
Hasan Hınıslı, panele şu sözlerle başladı:
"Sevgili dostlar, Beyoğlu Belediyesi’nin katkılarıyla İstanbul Gazeteciler Derneği’nin kongresinden sonra gerçekleştirdiği ilk panele hoş geldiniz. Biz kongreden sonra bir söz vermiştik, derneğimizi İstanbul geneline açacaktık. Beyoğlu’nun ara sokaklarından birinde, seçim çalışmalarında İnan başkan (Güney) ile karşılaştığımda; ‘İnan’a inananlar kazanacaktır, siz hiç merak etmeyin’ demiştim, oda bana ‘Kazanacağız Hasan abi’ diye bir mesaj atmıştı. Derneğimiz hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. 1980 yılında kurulan İstanbul Gazeteciler Derneği ve 2002 yılında kurulan İstanbul Yerel Gazeteciler Derneği’nin birleşmesi ile yeniden vücut bulmuş, kökleri 1980’e dayanan bir dernektir. Biz, bizim derneğimiz ve cemiyetimiz gibi hissettiğimiz Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti gibi biz buna bir heyecan katmak için cezaevi kapılarında da olacağız, adliyelerin önünde de olacağız, meslektaşlarımızın hakkını her yerde arayacağız. Bu ilke doğrultusunda birleştik. Biz gazeteci olarak bu süreçleri yürüteceğiz, sizler de okur olarak bizleri takip edin, yapıp yapamayacağımızı denetleyin. Miyase hanım Cumhuriyet Gazetesi’nden buraya geldi, Cumhuriyet Gazetesi’nin 100. yılı kutlu olsun. Açılış konuşmasını yapmak üzere sözü sevgili İnan başkana veriyorum…"
İNAN GÜNEY: KALEMİ VE VİCDANIYLA VAR OLAN TÜM GAZETECİLERİ ÖNÜNÜZDE SELAMLIYORUM
İnan Güney, İGD’nin düzenlediği “Yerel Seçim Sonrası Türkiye ve Medya” konulu paneli şu sözlerle açtı:
“Teşekkür ediyorum Hasan abi. İstanbul Gazeteciler Derneği’nin bu etkinliğine ev sahipliği yapmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Yıllar sonra gazetecilerin de sorunlarının tartışıldığı, gazetecilere ev sahipliği yapıyor olmaktan Beyoğlu’ndan, Beyoğlu halkı adına mutluluk duyuyorum. Beyoğlu yıllardır hak arama mücadelelerinin verildiği alandı. Canı sıkılan İstiklal Caddesi’nde yürür, hakkı gasp edilen İstiklal Caddesi’nde hakkını arar, dolayısıyla İstiklal Caddesi hak arama kimliğini mekansal olarak bir yerdi.
Ben, bizleri sizlerle buluşturduğu için İGD’ye teşekkür ediyorum. Basın, Türk modernleşmesinin, Türk demokrasi tarihinin her zaman en öncülerinden olmuştur ama her dönemde basın sansürle, baskıyla tehditle başbaşa kalmıştır.
Bugün 10 Mayıs… 10 Mayıs 1876’da Osmanlı, basına ilk sansür kararını alıyor. Dönemin sadrazımı Mahmud Nedim Paşa, gazeteler basılmadan önce okunacağını bir kararname ile yayınlıyor. Tabi basın direniyor, dönemin öğrencileri Bab-ı Ali’ye yürüyor ve bu yasak 2 gün sonra kaldırılmak zorunda kalıyor. 148 yıl önce bu yasak vardı, 148 yıl sonra bugün malesef basın yine aynı durumda. Kalemi ve vicdanı gerçekten özgür olan gazeteciler için ülke zor bir durumda. Bu dönem siyasette de basında da en kolay olan güçten yana yazmak, iktidardan yana durmak… Dolayısıyla güç odaklarıyla çarpışmadan o ılık sularda gazetecilik yapmak, siyaset yapmak en kolayı… Bizlerde siyasette zor olanı seçtik çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’de siyaseten yıllardır iktidar görmemiş ama kendi davasından vazgeçmeyen örgüt emekçilerinin olduğu onların emeğiyle ayakta duran bir parti. Gazetecilikte bana göre iktidara boyun eğmeden, güç odaklarına yaranmadan böyle bir endişe taşımadan gerektiğinde bedel ödeyen ve bedel ödemeyi göze almış gazetecilerin duruşuyla bugünlere gelmiştir.
Gazetecilik de bana göre; iktidara boyun eğmeden, güç odaklarına yaranmadan, gerektiğinde bedel ödeyen ve bedel ödemekten korkmayan gazetecilerin duruşuyla bugünlere gelmiştir. 31 Mart ülke için bir nefes alma ortamı yarattı, ülkede demokrasisi için bir umut oluşturdu. Tabi gazetecilik içinde aslında yeni bir atmosfer oluştu. Ben inanıyorum ki artık gazetecilerin kendine uygulamak zorunda hissettiği, en zor olanı sansürün de ötesinde otosansür, eğer bizlere, beyinlere sansür koyarsak bu kalemlere yansımış oluyor ve bu otosansürün de artık kalkacağına, iktidar baskısının üzerlerinden kalkacağına 31 Mart’ın daha daha özgür bir basın atmosferi yaratacağına inanıyorum ve görüyorum. En temel insan haklarından biri vatandaşın doğru haberi ulaştırılma hakkıdır. O nedenle ben doğru haberi vatandaşa ulaştırmak için emek veren, bedel ödeyen, kalemi ve vicdanıyla var olan tüm gazetecileri önünüzde selamlıyorum tekrar hepinize hoşgeldiniz şeref verdiniz diyorum."
Panel, İnan Güney’in açılış konuşmasından sonra Gökmen Karadağ’ın konuşması ile devam etti.
Hasan Hınıslı: "Seçim sonrası Türkiye ve medyayı konuşuyoruz. 1 Mayıs sonrası ‘süpürün bunları’ ile başlayan bir tartışma ortamı var. Sözü yılların gazetecisi aynı zamanda bir akademisyen olan Gökmen Karadağ’a vermek istiyorum…"
GÖKMEN KARADAĞ: MUHALİF MEDYADA ÇALIŞAN İNSANLARDAN HEP FEDÂKÂRLIK BEKLENİYOR
Gazeteci ve TV Programcısı Gökmen Karadağ, İGD’nin düzenlediği “Yerel Seçim Sonrası Türkiye ve Medya” konulu paneli şu sözlere verdi:
"Başkanı (İnan Güney) tebrik ediyorum. Beyoğlu uzun yıllar başka bir yapının elindeyken artık CHP’de, biz de merakla Beyoğlu’nda neler değişeceğini takip edeceğiz.
Ben 54 yaşındayım. Bir yandan gazetecilik yaptım, televizyon yayıncılığı yaptım, bir yandan da buna paralel olarak akademisyenlik yaptım. Aslında ben lisans olarak endüstri mühendisliği mezunuyum. Sonra yükseklisans ve doktoramı iletişim üzerine yaptım. Uzun süre İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştım. Şu anda da İstanbul Aydın Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde doçentlik başvurusunu neticelenmesini bekleyen bir öğretim görevlisiyim. Yalnız epey gecikti bakalım, biraz şüphelenmeye başladım, bekliyoruz yine de. Benim derslerde de akademide de okuduğum, ettiğim, öğrencilerimle paylaştığım, yayınları da incelediğim, araştırdığım bir yandan sektörde yaşananlar bunları harmanladı; açıkçası pek güzel şeyler söyleyemeyeceğim. Sayın Başkan (Hasan Hınıslı) o temenni ile bana söz verdi ancak ruh halim pek öyle değil.
Çok açık söyleyeyim umutlu değilim. 31 Mart seçimlerinden sonra ortaya çıkan manzara da beni yeterince umutlandırmıyor. Aksini söylersem yalan söylemiş olurum. Kendimi yanlış tanıtmış olurum. Seçim sonuçlarında, özellikle İl Genel Meclisi’ndeki partilerin oy oranlarına baktığımda, yarın bir gün Yeniden Refah Partisi bir kez daha Adalet ve Kalkınma Partisi adayını desteklerse, yarın bir gün cumhurbaşkanı seçiminde yeniden ittifak yaparlarsa aslında hâlâ bütün bu yaşananlara karşı oy tabanını epey koruyan bir yapı görüyorum orada. Ama tabii ki de dilerim bu değişim gerçekleşir çünkü bu değişimin gerçekleşmesi şu açıdan çok önemli; soruşturmacı haberci ya da genel olarak eleştirel haberciliğin bir işlevi var, bu bizim ülkemize özgü değil sadece evrensel boyutta bir işlevi var. Bir yerlerde usulsüzlük, yolsuzluk, yolunda gitmeyen şeyler, kamu yararına aykırı şeyler varsa o zaman soruşturmacı haberciler, eleştirel haberciler, mesleğini bu şekilde icra edenler oraya el atarlar ve ortaya çıkardıkları haberler yankılanır ama nerede yankılanır kamusal alanda yankılanır. Kamusal alan medya üzerinden yürür doğal olarak bunun üzerine başlayan kamuoyu baskısı yöneticilerin üzerinde toplumsal reforma yönelik bir baskı oluşturur. Bu evrensel bir çalışma modeli… Peki bu model yıllardır Türkiye’de işliyor mu? İşlemiyor… Kamusallığın hiçbir eleştireni kalmamış durumda ve bir avuç medyada yer alıyor bu skandallar, bu usulsüzlükler ve yolsuzluklar. Bu belgelere dayalı soruşturması gazetecilik örneği medyanın büyük bir kısmında ne büyük ne küçük bir şekilde haber olamıyor. Oysa medyanın çok büyük bir kısmını yıllardır ele geçirmiş iktidar, dolayısıyla insanların kendi menfaatleri yani toplumsal menfaatlerini takip edebilecekleri bir avuç gazete ve televizyon söz konusu. Şimdi bu kamusal alandan eleştiri işlevinin ortadan kaldırılması açısından çok önemli. Ve bu bir türlü kırılamıyor. Bunun bir de şöyle bir sonucu oluyor; medyanın büyük kısmı iktidarın hakimiyetinde ya da iktidarın korkuttuğu, bir şekilde çalıştığı için, gazeteciler için, mesleğini onuruyla yapmak isteyen gazeteciler için çok az seçenek kalıyor. Yazılı basında saydığınızda bir elin parmaklarını geçmiyor. Görsel basında yani televizyonda yine aynı şekilde… Dolayısıyla burada da iktidarın her türlü baskısı mevcut. Basın İlan Kurumu cezaları, şunlar bunlar… Televizyonda RTÜK cezaları Türkiye’nin en büyük reklamverenleri sayılan kamu bankaları olsun, telekom firmaları olsun bunlar zaten bizim kanallara reklam vermiyor, zırnık koklatmıyorlar. Oysa reyting ve tiraj açısından yerlerde sürünen bir çok yayın kuruluşuna adeta hortumla fonlama şeklinde reklam veriliyor. Hal böyleyken şu kısır döngü aşılamıyor; bağımsız medya, muhalif medya, ben bu adlandırmaya çok takılmıyorum; buralarda çalışan insanlardan doğal olarak hep fedâkarlık bekleniyor; “biz bir business değiliz, iş değiliz, olayısıyla bu bir toplumsal sorumluluk, bir mücadele yürütüyoruz bir yandan hadi gel sen de katıl bize.” O zaman insanlar, alışkın oldukları standartların çok daha altında ve dolayısıyla kendilerine layık gördükleri standartların çok daha altında rakamlarda bu medya kuruluşlarında çalışıyorlar. Burada inanın ekranda görülen vesaire şu bu onlardan öte; reji masasında oturan, emek veren, kamerayla sokakta dolaşan haber peşinde koşan emekçinin mağduriyeti çok daha fazla. Şu bir varsayım; bu varsayımı sorgulamak gerekir mi bilmem… Bunların bazıları işveren, patron… Bu patronlar tamam darbe alıyorlar maddi olarak ama acaba artık eskisi kadar güçsüz değil mi bazıları? Bazıları palazlanmaya başladı mı yavaş yavaş? Fakat buna karşı bu çalışma modelindeki varsayım hiçbir şekilde değişmiyor. Yani bu bir istismar meselesi haline acaba geliyor mu? Bunun da sorgulanması gerekir.
Şimdi bir bu işin bu boyutu var, bir de 31 Mart seçimlerinden sonra ortaya çıkan Türkiye manzarasının değişip değişmeyeceğini yönelik ben bir kestirmede bulunamıyorum. Bir de zaman zaman bağımsız medyaya yönelik belediyelerinde geliştirdikleri yayın sözleşmelerine, oradaki bir maddi akışı dair çok yüksek bir takım itirazlar da yükseliyor bazı çevrelerden… Türkiye normal bir ülke mi? Türkiye, İsveç olsa tamam derim bu ilişki sorunlu, ama değil bu da olmasa zaten yaşayamayacak bu insanlar, çoğu dükkanı kapatacak! Dolayısıyla normal bir ülkeymiş gibi yürütülecek bir etik tartışma şu anda bu konuya odaklandığında, bu konu ele alındığında bu tartışma biraz havada kalıyor.
Ben bir televizyon haber programı moderatörüyüm. RTÜK kanalıma ceza kesmesin diye elimden gelen özeni gösteriyorum. Yahu ben Ağır Ceza Mahkemesi’nde nasıl yargılanmıyorum. Ben Ağır Ceza da yargılanacak kadar ne yapmış olabilirim. Türkiye’nin çok büyük bir soruşturmacı habercisi değilim, yani Barış Terkoğlu’lar, Barış Pehlivan’lar, Murat Ağırel’ler, Tolga Şardan’lar, Kemal Göktaş’lar, Miyase İlknur’lar gibi değilim. Yargılanma nedenim; Anayasa Mahkeme üyesi İrfan Fidan’ın… (Miyase İlknur: Aaa senin de mi ondan ben de yargılanıyorum) Gökmen Karadağ: “İşte bak sen yedin mi cezayı (Miyase İlknur onaylıyor) ben çok şükür şimdilik beraat ettim. İrfan Fidan’ın temyiz dilekçesini öyle sert argümanlarla gördüm ki, vallahi Yargıtay’dan dönerse, bize yine ceza verirler. Ceza yemek çok önemli değil benim için. Yani çok az bir yatarı olacak, ikiz çocuklarım için de düşünecek bir şeyim olmaz onlarda altı yaşına geldi. Ancak ben ceza yediğim an akademisyenlik yapamayacağım. Memnu haklarım iade edilene kadar akademisyenlik yapamayacağım. Oysa benim çok sevdiğim bir uğraş akademisyen olmak, öğrencilerimle orada birlikte olmak. Şimdi geçen gün yine sdliyedeyiz; taa 3 yıl önce Halk TV‘deki bir yayınla ilgili olarak Cumhurbaşkanının eski avukatı Mustafa Doğan İnal’ın bir şikayetiyle başlayan bir süreç. O zaman biz Barış Terkoğlu’larla birlikte yargılanıyorduk. Verdik ifademizi, peşinden 3 yıl sonra bir tebliğ tekrar geldi. Ya dedim; geldik biz buraya… “Sen bir daha geleceksin” neden? “dosyalar birikti.” Dosyalar birikti dediği; orada gördüğümüz çok acı bir manzara; Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Nevzat Çiçek, Fatih Portakal da sanıktı ama o gün gelememişti, Doğan Akın, t24’ün başındaki kişi… Ya bu nasıl bir şey ya! Bu ne kadar kolay, bu ne büyük bir güç ya! Dava ciddiye alınıyor ve ilerletiyor ve bu süreçte hepimizi tespih gibi dizdi. (Mikrofonu Miyase İlknur‘a verir) Miyase İlknur: “Savcıya gittim yine, dedim ki kim bu sefer, kim açmış dedim? ‘Mustafa İnal’ dedi. Ya dedim; bu arkadaş adımın geçtiği her şeye dava açıyor, ben bir gün Mustafa İnal Türkiye’nin en iyi avukatıdır desem eminim ona da dava açacak.” (Gülüşmeler.)
(Gökmen Karadağ mikrofonu alır) Şimdi dava açıyor ancak davalar ilerliyor. Benim üzüldüğüm nokta bu… Yani 3 buçuk yıl geçmiş hala hikaye bitmemiş ve bizi duruşma salonunda tespit gibi diziyor. Bu manzara çok üzdü beni. Barış Terkoğlu daha geçenlerde iki yıl daha hapis cezası aldı. Dezenformasyon yasasını biliyorsunuz. Yakın zamanda Tolga Şardan üzerinde çok acımasız bir şekilde uygulamaya kalkışıldı. İçeriği belirsiz, yoruma açık, üstelik oluşabilmesi için gerekli koşullar hiç umursanmadan, yalnızca bu bilgi yanlıştır diyerek… Yahu kim karar veriyor onun yanlış bilgi olduğuna? Şimdi bütün bunlar yetmiyor bu kez de etki ajanı olmakla suçlanma ihtimalimiz var. Dolayısıyla değerli dostlar, bütün bunlara baktığımda ben çok mutlu konuşamıyorum. Gazetecileri yine çok çileli günler bekliyor. Gazetecilerin koşullarını daha da zorlayan günler bekliyor. Bu manzaraya baktığımda en azından şu anki olan o yumuşama gündemi falan benimle pek örtüşmüyor, pek bir şey ifade etmiyor. Ben burada bir yumuşama görmüyorum. Giderek sertleşmenin artmasından endişe ediyorum. Bu yine basın örgütlerine, meslek örgütlerine mücadele etmeyi bayrağını daha da yükseltmekten başka seçenek bırakmıyor. Burada noktalayayım konuşmamı, çok teşekkürler."
Panel, Gökmen Karadağ’ın konuşmasından sonra Mustafa Dolu’nun konuşması ile devam etti.
Hasan Hınıslı: "Sanırım Almanya’da söylenen bir söz; ‘işgalci giderken kenti yakarmış’ diye birden aklıma geliverdi. Ben biraz daha açık sözlü olacağım; bazı televizyonlar kitap satarken hepimiz destek oluyorduk, evimizde var olan olan kitapları bir daha bir daha alıyorduk. Sonra süreç içerisinde bir normalleşmeye girdiler. Baktığımızda diğer kanallardan pek de farkı kalmadı. Sadece işte ‘ben şu tarafta duruyorum’ sizin için pek bir şey yok. O kanalların en büyük işi parti içi işlere karışmak oldu. Bir kanal birilerini çıkarıp birilerine vurdurdu, bir kanal öbürüne vurdurdu. Bu arada Barış Terkoğlu’na bir selam yollayalım, burdan onun için de bir alkış alalım kuvvetli bir alkış (seyirci alkışlar). Şimdi seçimlerden sonrasını konuşuyoruz bu arada belki bilmeyenleriniz vardır 2009 seçimlerinde trafoya kedi girmişti. O kedi olayını dinleyelim mi yaşayanından. O günkü CHP adayı Mustafa Dolu’ya sözü bırakıyorum."
MUSTAFA DOLU: ÖZGÜR ÖZEL’İN, BAYKAL VE KILIÇDAROĞLU HATASINA DÜŞECEĞİNİ SANMIYORUM
Gazeteci ve İGD başkan vekili Mustafa Dolu, İGD’nin düzenlediği “Yerel Seçim Sonrası Türkiye ve Medya” konulu paneli şu sözlere verdi:
"2015 seçimi öncesi FETÖ’nün hakim olduğu dönemde, FETÖ, Cumhuriyet Halk Partisi‘ne sızmak istiyordu. O zaman, Fuat Avni olarak bildiğiniz Emre Uslu; Mehmet Akif Hamzaçebi ve Umut Oran’a ‘devam edin, biz arkanızdayız’ falan dedi. O sırada bizim yaptığımız haber de şu; ‘Aman dikkat edin FETÖ size sızmak istiyor, Emre Uslu; Umut Oran ve Mehmet Akif Hamzaçebi‘ye böyle mesajlar yazmış’ diye bir haber yaptık. Daha sonra Umut Oran ve Mehmet Akif Hamzaçebi bize dava açtı. Yahu neden dava açtınız? ‘Biz böyle bir şey yapmadık.’ Cevap vermemişsiniz, neden tekzip etmediniz. Dava 2014 yılında açıldı bugün 2024 yılı… Bakırköy Adliyesi imamı denilen şahıs şu anda meslek dışı, o davayı açan savcı meslek dışı; dava sürüyor… 5 tane hakim değişti, bir hakim bizi beraat ettirdi aynı hakim ceza verdi. Yahu arkadaş sen nasıl bir hakimsin beraat veriyorsun tekrar ceza veriyorsun. 5 yıl beş ay ceza verilmişti bize… İstinaf bozdu, şimdi süreç 12 Haziran‘da yeniden başlayacak.
Neyse 2009 yılına gelelim. Arkadaşlar ben Ziraatçi ve Siyasalcıyım. Gazeteciliğe 1970 yılında Günaydın gazetesinde başladım. O gün bugündür devam ediyoruz. Yazıyoruz, çiziyoruz; yargılandığım veya ceza aldığım davaları hatırlayamıyorum, çok var çünkü… Bülent Ecevit’i rahmetle anıyorum; ortanın solunu başlattığı dönemde şu an Ardahan olan o dönem Kars’ın Çıldır ilçesinde İlçe Tarım Müdürü iken, Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı Kemal Güven ve Senato Başkanı Sırrı Atalay bana dediler ki Kars delegesi olacaksın. Yahu abiler iyi de ben memurum, yani devlet memuruyum. ‘Biz senin memur olduğunu bilmiyorduk, olacaksın’ dediler ve olduk. Geldik Bülent Ecevit‘e oy verdik, o hareket devam etti. Sonra Baykal‘a oy verdik kurultay delegesi olarak… İnan (Güney) başkanım bilir; 2009 seçimlerinden sonra 2010 yılındaki kurultayda Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verdik. Şimdi Özgür Özer var; devam ediyor, bütün Türkiye’yi kırmızıya boyadı. En önemlisi 2009 yılında bu aşamalara gelirken Beyoğlu Belediye Başkan adaylığı da bize nasip oldu. Büyük mücadeleler verdik. O zaman İnan (Güney) başkanım İlçe Seçim Kurulu üyemizdi, o da büyük oranda mücadeleler verdi. Ama sonuçta baş edemedik… Bunlarla hala daha baş edilemiyor. 2009 yılında Abdullah Çıracı denilen, o kediye trafo meselesini patlatan adam bizimle dalga geçiyordu. Geldi, 2019 seçimleri öncesi helallik istedi bizden. Niye… ‘Abi ben çok mahcubum, bize hakkını helal et.’ Kardeşim ben sana hakkımı neden helal edeyim? Çoluk çocuğumun rızkını, emeğim bunların hepsi boşuna gitti. Sen bir belediye başkan yardımcılığına bizi sattın… Seni biz de belediye başkan yardımcısı yapardık, senin derdin neydi. Siz dedim; inanan gibi gözüküyorsunuz, müslümanım gibi gözüküyorsunuz ancak ben sizden çok çok daha iyi bir müslümanım. Huzur-u mahşer denilen bir olay var, ben yarın bir gün orada yargılanacağımıza inanıyorum. Yargılandıktan sonra sana hakkımı helal ederim dedim, adam küserek gitti. Şu anda halen Darıca‘da belediye başkan yardımcısı… Böyle bir olay yaşadık. O zaman sağ olsun İnan başkanım ile biz hep beraber el ele verdik, elimizden gelen çabayı da verdik şükürler olsun.
Şimdi diğer illerde olduğu gibi Beyoğlu da kırmızıya boyandı. Bu seçimlerde benim için en önemli İstanbul’da buranın (Beyoğlu) alınacağını biliyorduk, Eyüp’ün alınacağını biliyorduk, Beykoz‘u biliyorduk, Üsküdar’ı biliyorduk. Burada sürpriz olan bize Gaziosmanpaşa oldu, en sürpriz yerdi. Zaten o da gitti geldi gitti geldi. Türkiye genelinde de benim için Kırıkkale, Afyon, Kütahya, Uşak çok önemlidir. Yenilik hareketlerinden bir hareket başlatıldı, bunu da Ekrem İmamoğlu tespit etti, Özgür Özel devam ettirdi. Şimdi devam edecek. Şimdi konumuz seçimler sonrası medya… Bildiğiniz gibi son günlerde gelecekte cumhurbaşkanı adayı kim olacak gibi tartışmalar başlatıyor, bu yandaş basın dediğimiz iktidar destekleyen basın… ‘Efendim en çok oyu Mansur Yavaş aldı o mu olur, Ekrem İmamoğlu hareketi başlattı o mu devam eder’ derken bu yanlış anlaşmasının içine giriliyor, şimdiden partiyi karıştırmak birbirine düşürmek istiyorlar. Ama ben Özgür Özer ve yönetiminin daha evvelki Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu hatasına düşeceğini sanmıyorum."
İGD’nin düzenlediği “Yerel Seçim Sonrası Türkiye ve Medya” konulu panelde, moderatör Hasan Hınıslı, sözü İGD yönetim kurulu üyesi gazeteci Necdet Saraç’a verdi.
NECDET SARAÇ: CHP BELEDİYELERİ İNSANLARI HAYATA BAĞLAYAN BELEDİYELERDİR
Gazeteci ve İGD Genel Koordinatörü Necdet Saraç, İGD’nin düzenlediği “Yerel Seçim Sonrası Türkiye ve Medya” konulu paneli şu sözlere verdi:
Ben benden önce söz hakkı Miyase İlknur‘da olacak zannediyordum. Yaşımdan bağımsız olarak söylüyorum, Miyase; hem Türkiye basın tarihinin hem de Türkiye siyasal tarihinin çok önemli anlatıcılarından bir tanesidir. Umarım birazcık sohbete döner… İnanılmaz anekdotlar anlattığı için Miyase, o anlamıyla da sohbeti dinlenmesi gereken bir gazetecidir.
Sevgili Gökmen Karadağ bir çerçeve çizdi. Ben de şimdi TV100’den geliyorum, Yaşar Hacısalihoğlu‘yla birlikteydim. Onlar yeni bir program formatı oluşturmuşlar. Vallahi ondaki değişimi de takdir ettim. Türkiye’de değişiyor yahu Türkiye ciddi biçimde değişiyor. Ben eskiden de biraz pembeciydim şimdi daha fazla pembeciyim. Oturduğumuz yer Beyoğlu… Burada büyüdüm, Kurtuluş’ta büyüdüm. Ortaokul ve liseyi Harbiye’de okuduğum için Kurtuluş’ta büyüdüm Şişli‘de okudum. Vallaha iyi oldu oldu ya değişim. Yani bu siyasal iklimi değiştirmek lazım. Beyoğlu bir sembol… Beyoğlu deyince; Türkiye’nin merkezi İstanbul, İstanbul’un merkezi Beyoğlu idi. Merkez nereye kaydı? Kadıköy’e kaydı… Niye kaydı? İstediğimiz kadar konuşalım, CHP belediyeleri insanları hayata bağlayan belediyelerdir. Kentin dinamik olma sorunu…
Beyoğlu gibi bir yer, yani arka planı çok güçlü bir yerin demografik yapısının, kültürel yapısının değişmesi, Türkiye’deki siyasal iklimi gösteriyor aslında. 31 Mart bana göre Beyoğlu özelinde yeni bir siyasal iklimi beraberinde getirdi. Beyoğlu da yeniden kendi kimliği ile buluşursa gerçekten Türkiye’de başka bir iklim devreye girebilir. Yakalanan psikolojik üstünlüğü derinleştirmek gerekiyor. Bir şeyi cesaretlendirmemiz lazım; bakın burada oturan arkadaşlarımız o anlamıyla da değerli arkadaşlarımdır ve bu sürecin önemli parçalarıdır.
Türkiye’de bütün olumsuz koşullara rağmen, ya dile kolay 22 yıl çok ciddi bir süredir. 22 yıl önce ben kendi yazdığım yazıda ‘Siyasal İslam‘dan demokrasi Siyasal İslamcılardan demokrat olmaz’ dediğimizde yalnızca sözlü değil, yazılı olarak da bunu aktardığımızda o zaman Erdoğan Kopenhag kriterlerinin en iyi savunucularındandı. Müthiş bir Avrupa Birliği savunuculuğu vardı normal olarak. Eminim bir çoğunuz da yaşamışsınızdır. Görsel olarak Erdoğan’ın konuştuğunu bilmeseniz, yazılı olarak da Recep Tayyip Erdoğan ismini kapatsanız, altına imza atacağınız onlarca açıklaması var; böyle bir Türkiye‘ydi. Öngörü bazen önemlidir ancak sonucu değiştirmez. 22 yıllık dönemi bitirme şansı yakaladık. Ben şöyle değerlendiriyorum; 31 Mart yerel seçimleri aslında gecikmiş bir kazanımdır. Aslında bu 2013’te Gezi’yle olmalıydı. Aslında bu 2017 Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandumuyla olmalıydı. Aslında bu, bir yıl önce yani 2023’te yaptığımız genel seçimlerde olmalıydı. Gecikmiş bir siyasi başarı var. Türkiye aslında biraz da buna uygun bir yapıya dönüştü. Bu ölçekte bir sonucu ben bekliyor muydum; beklemiyordum. Eminim hepimizin ortak görüşüdür. Sürekli yenilen taraf olunca bu kez daha temkinli hareket etmeye başlıyorsunuz. Çünkü bizim klasik tavrımız, üç aşağı beş yukarı aynıdır. Saat 19:30’a kadar bütün seçim sonuçlarını Anadolu Ajansı’ndan yorumlamaya başlarız. 19:30’dan sonra tablonu değişeceğini kurgularız ama tablo genellikle değişmez. Geçtiğimiz yıl 14 Mayıs’ta ya da 28 Mayıs’ta gerçekleşmeyen bu kez gerçekleşti. Bu anlamıyla da bana göre yeni bir dönem başlıyor. Bu yeni döneme Türkiye’de yumuşama diyorlar ama yumuşama zaten doğru bir kavram değil. Türkiye’nin normalleşmesi açısından bir hamle ortaya çıkabilir. Bu da biraz bizimle ilgili.
Bir televizyonda Eurovision konuştuk. Eurovision‘da İsveç temsilcisi kolunda Filistin bayrağıyla sahneye çıktı. Beyoğlu’nun bağlantısını da buradan kuruyorum. Bazı insanlar vardır, 22 yıla rağmen iktidarın teslim alamadığı bir kültürel yapı vardır. İşte bu kültürel yapıyı büyütmek lazım. İspanya iç savaşında Picasso’nun aldığı tavır, yani Franco ismine karşı dün önemliydi bugün de önemli. Şili’de Victoria’nın aldığı tavır dün önemliydi bugün de önemli. Biz de Nazım Hikmet’in dün aldığı tavır dün önemliydi bugün de önemli. Şimdi Beyoğlu böyle bir sembol işte, bu tür işleri büyütmek lazım. Bir çok yerde söylüyorum; iktidara yakınlaşan bir tavır değil, iktidara alternatif bir tavır doğrudur. Fiziksel olarak da baktığımızda Beyoğlu gibi kültürel dokusu olan bir ilçeyi yeniden ayaklarının üzerine dikecek zeminler oluşturmak gerek. Olmadığı sürece, başka yerden örnek veriyorum; Orhan Gencebay olursunuz. ‘Batsın Bu Dünya’ diyerek isyanı öne çıkarırsınız , ki önemli bir isimdir… 1979-1985 arasına damga vuran bir isimdir ama iktidara yaklaştığınızda, muhafazakarlaştığınızda özgürlüğünüzü ve silahınızı kaybettiğiniz de başka bir şeye dönüşürsünüz. Tıpkı Yavuz Bingöl örneğinde olduğu gibi… Belki daha fazla para kazanırsınız ancak siz olmaktan çıkarsınız.
Türkiye’de Miyase İlknur, Gökmen Karadağ gibi isimler önemli ancak demin Gökmen Karadağ saydı isimleri; Türkiye’de bir biçimde Uğur Mumcu‘nun ayak izlerini süren gazeteci sayısı azaldı. Azalmasının en önemli nedeni; iklim kötü. Kötüleşen iklim doğal olarak bu tür isimlerin de büyümesine engel oluyor. Tartışılması gereken muhalif medya değil, muhalif medyayı tartışmamız gerekiyor ancak o daha içeride olan bir tartışma. Doğru; patronaj var, başka şeyler var, durumu idare etme çabası var, en az parayla çalışma var, asgari ücrete yakın çalışmalar var… Bu doğru ancak şimdi biraz rol değiştirmek lazım. Rol değiştirme şu; yoksulluk solculara yakıştırılır, onlara göre solcular sanki yoksulluğu savunan kimselerdir. Tam tersi; refahı savunmak lazım, daha iyi yaşamı savunmak lazım, daha iyi ücretler de çalışmayı savunmak lazım. Bu fırsat var mı; bu fırsat işin doğrusu var. Cumhuriyet Halk Partisi şu anda Türkiye nüfusunu yüzde 60’ının üzerindeki bir nüfusu yönetiyor. Gayrisafi Milli Hasıla’nın yaklaşık yüzde 82’sini yönetiyor. Bu anlamıyla da belki bizim gibi basın kuruluşlarına düşen görevlerden bir tanesi de bu. Basındaki bütün kuruluşların bu durumu görmesi lazım. Bu şu anlama gelmiyor; bağımsızlık 2024 Türkiye’sinde de 2024 Avrupa’sında da öyle kolay bir iş değil. Ama hiç değilse objektif haberciliği, objektif yayıncılığı birilerine özel mesajlar vermeden yapabilme şansı olduğunu düşünüyorum. Çünkü yeni bir medyaya da ihtiyaç var. Kutuplaşma medyaya yansıdı, yansıdığı için de doğal olarak siz objektif habercilikten uzaklaşıyorsunuz.
Ben kişi olarak şunu savunan birisiyim; ben tarafsızlığa inanan birisi değilim. Taraf olmayan bertaraf olur kavramını kullanmak istemem ama kaçınılmaz bir biçimde bu kadar kutuplaştırmayı ortadan kaldırmak için taraf olmak gerekir. Bugün eğer halen 22 yıllık bir iktidara rağmen taraf olan ve varlıklarını koruyan gazeteciler varsa, taraf oldukları için kimliklerini korumuşlardır.
Hasan Hınıslı: "Gazeteci taraftarı arkadaşlar, gazeteci tarafsız değildir! Gazeteci köşesinde taraftır, haberinde tarafsızdır. Bir yerde bir haber vardır orada objektiftir-tarafsızdır, kesinlikle taraf tutmaz, maçın sonucunu değiştirmeye gayret etmez! Ancak köşesinde taraftır."
MİYASE İLKNUR: BİZİM MAHALLE KONFORUNDAN TAVİZ VERMİYOR
Gazeteci Miyase İknur, İGD’nin düzenlediği “Yerel Seçim Sonrası Türkiye ve Medya” konulu paneli şu sözlere verdi:
Ben Gökmen Karadağ’ın dediklerine katılıyorum çok karamsarım. Basın açısından karamsarım. Türkiye’de ben basının iyi olduğu dönemde çalıştım. Biz Bâb-ı Âli’nin Bâb-ı Âli olduğu dönemde çalıştık. Kendimizi biraz şanslı hissediyoruz. Ama bir anlamda da şanssız hissediyoruz. O günleri yaşadıktan sonra dönüp ister istemez karamsar oluyor ve bir daha o günlere dönemeyeceğimizi kabullenmiş oluyoruz. Basın tekelleşme ile başladık; evet ama 2000’li yıllardan sonra 90’larda bunun emareleri vardı. Basın ile iktidar ilişkileri bildiğimiz klasik ilişkilere benzememeye başladı. Köşke çağrılan gazeteciler, patronunun iş takibini yapan Ankara Temsilcileri… Ankara Temsilcileri ona göre atanıyor. Gazetecilik kariyerine bakarak iyi gazeteci midir, iyi haberci midir ona göre alınmıyor! Bakıyorlar; patronun işlerini çözmede ne kadar maharetlidir… Arkadaşlar Cumhuriyet Halk Partisi ya da başka bir sol parti ne kadar iyi çözümler üretilse üretsinler, ne kadar iyi politikalar üretirse üretsinler, karşı mahalleye ulaşma şansı yok. TRT iktidarın elinde, yandaş medyada asla hiçbir şekilde haberi olmaz muhalif medyanın… Muhalif medyayı o kesimden birisi asla çıkıp izlemez. Çünkü onlar da karşı cenahın duymak isteyeceği şeyleri söylüyor. Ana akım medya zaten yok. Ha bu arada ben bizim mahalle için de son derece kaygılıyım. Evet gelirleri yok. Kendi gazetemden örnek vereyim (Cumhuriyet) 100 yaşına bastı 7 Mayıs’ta. Sene 2024, 22 sene boyunca bir tek kamu ilanının gelmediği, holdinglerin kampanya ilanları ve milli bayram ilanları dışında korkudan asla reklam vermediği bir ortamda ayakta kalmaya çalışıyoruz. Bunun şöyle bir sakıncası oluyor; sürekli emekçinin sırtından ayakta duran çalışan bir muhalif medya var. Para gelse de değişmiyor söyleyeyim, yani fark etmiyor. Ben bunun kendi gazetemde de kavgasını veriyorum. Total maliyet içerisinde personel giderleri en düşük kalemi oluşturmasına rağmen her seferinde personelden kısıntıya gidiliyor. Bu da nitelikli personel istihdam etmenin önüne geçiyor. Bu arada sizlere de sitemkarım! Bizim medyayı belediyelerin kucağına iten okurlarımızın… ‘Ya ne gerek var gazete alayım hazır bedava internetten okuyuvereyim işte’ iyi de o gazete olmazsa o internette ne yer alacak? Yazar gazetenin, haberci gazetenin… İnternet sitesi oradan alıp kullanıyor, biz olmayınca ne okuyacaksınız orada. Arkadaşlar karşı mahalle kapı kapı dolanıp abone yapıyor, iş yerlerine bırakıyor… Bizim mahalle konforundan taviz vermiyor. Onlar kendi kurumlarını ayakta tutuyorlar, vakıflarını, derneklerini televizyonlarını… Bizde bu da yok! Biz diyoruz ki, biz bunlara hiç katlanmayalım ama seçimleri de kazanalım. Nasıl ulaştıracaksın mesajlarını mahalleye? E şimdi kazandık bak. Bu kazanç, mesajlarını o mahalleye, seçmene ulaştırdığın için gelmedi. Kuşkusuz tek bir faktöre dayanmıyor. Bana göre birinci nedeni ekonomi, bazı illerde ise doğru aday seçimidir. Altı ayda kimse mucize yaratamaz. Hangi politikayı ürettin de millet mest olup da oy verdi. Öyle bir dünya yok. Ya da nasıl bir örgütlenme yaptın da her tarafa ulaştın. Bu başarı küçümsenmeli mi? Asla küçümsenmemeli. Ama hayal dünyasında gezersek 89 yılında yaşadığımızı bir daha yaşarız. Bir 89’u yaşadık. O yüzden Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihi başarısını tebrik etmekle beraber, bak gelince kıyamet kopmuyormuş, Kudüs’te bu yüzden düşmüyormuş, mahalleye de hizmet aksamıyormuş. Pandemide pek âlâ da insanlara ulaşıverdiler. Bunun da ikna olmalarında payı var. Ama inanın bana; yarın ekonomiyi düzeltip; işçiye, emekçiye, memuru hayatı birazcık kolaylaştırırlarsa tekrar oraya gitmeyeceklerinin bir garantisi de yok.
Medyanın çok tehlikeli gördüğüm bir yönünü bugünlerde çok dehşetle izlemekteyim. Cumhuriyet Halk Partisi’nde şuna ihtiyaç yok. 2028’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimini demin Mustafa (Dolu) yandaş medya karıştırıyor dedi; hayır efendim CHP medyası karıştırıyor. Yandaş medya ondan alıp da söylüyor. Arkadaşlar 2028 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi için bu ne telaş? Kim yangından mal kaçırıyor bu nedir? O gün gelindiğinde bakılır, anket mi yapılır, kamuoyu araştırması mı yapılır…’ Aman efendim Özgür Özel‘i kandıracaklar.’ Bizim medya söylüyor! Abi kandırılacak birini neden genel başkan seçtiniz o zaman. Madem çok kolay kandırılmaya müsait biri, genel başkanlıkta işi ne diye sorarlar adama. ‘Ya Genel Başkan cumhurbaşkanı adayı olursa, olmayacağını söylesin.” Ne yapacak, bugünden atama mı yapacak? Vallahi böyle giderseniz aynı Mayıs seçiminde olduğu gibi biz bu gelecek seçimleri de kaybederiz. Küskünlükler yaratarak, parti içerisinde kamplaşmalar yaratarak bu iş olmaz. Yahu troll orduları besliyor Cumhuriyet Halk Partisisi’nin içerisindeki bazı kanatlar! Bakın medya olarak en büyük ceremeyi biz çekiyoruz ama bizim medyanın da kendisini bir çekidüzen vermesi lazım. Ben kimsenin askeri değilim kardeşim, olmamalıyım! Pardon yani ekmeğimi de onlardan kazanmıyorum. Okurlar olarak, izleyiciler olarak siz bu tepkinizi gösterin yoksa Mayıs ayındaki seçimler gibi olur. O seçim kaybedilmezdi arkadaşlar, asla kaybedilmezdi. Sen kendi adayına aylarca kazanamayacak aday kazanamayacak aday bununla giremeyiz şu olsa kesin kazanırdı şu olsa bunu yaparız diye diyen zaten seçimi kaybettin. Aynısını bu seçimde de yapmayın… CHP’de cumhurbaşkanı olabilecek kapasitede, kalibrede pek çok isim var. O gün geldiğinde bakılır. Ha bu arada anket şirketlerinin marifetlerin de biliyoruz. Çeşitli belediyelerden para alıp ona göre kalemini oynatan, ondan sonra da yüzde 100’den fazla çıkan oranları olan, rezil olan anket şirketleri de var. Ama sonuç itibarıyla bunun 3’lü bir yöntemi olmalı. 1- Bağımsız partinin yaptırdığı anketler, 2- Örgütünle vereceğin karar, ben parti meclisi demiyorum, bir tüzük kurultayı yapacaksın örgütünle karar vereceksin. Ayrıca benim bunlardan daha çok önemsediğim; cumhurbaşkanı adayının kim olacağı zerre umrumda değil! 3- Demokratik Parlamenter Rejim’e dönecek misiniz arkadaş, bunu unuttunuz mu, ne oluyor? Geçen gün bizim medyanın kalemşörlerinden, adam gazetecide değil de sonradan aparıldı işte… Neymiş; parlamenter sisteme geçilmemeli çünkü bu tahribatı ancak CHP’de beş yıl sürdürürse düzeltebilirmiş. Ben babama bile güvenmem. Bu kadar yetki peygamberi bile baştan çıkarır neden güveneyim? Bana dayatmayın öyle şeyler. Ben oyumu kim parlementer rejime dönüyorum derse, kim denetlenebilir bir rejime geçiyorum derse ona veririm. Cumhuriyet Halk Partisi diye bana kimse dayatamaz. Geldi Ahmet gitti, Mehmet; ne fark edecek? O kral olmadı da, sağdan kral olmadı da soldan oldu. Ben krallık rejimine karşıyım. Bunu yüksek sesle dile getirmek zorundasınız, zorundayız. Birazda biz ölelim Nasrettin Hoca’nın dediği gibi. Ölmeyelim abi hep beraber yaşayalım. Bu medya da ancak parlamenter rejime geçilir, kendi ayakları üzerine yükselir, iş adamları kamudan eşit bir şekilde her basın kuruluşuna reklam verir, emekçilerin de biraz yüzü güler anca o zaman düzelir. Yoksa ne olur onlar hükumetten yararlanır, biz de belediyelerden yararlanırız. Onlar hükümetin borazanı olur, biz belediyelerin borusan oluruz hiçbir şey değişmez.
Panelin kapanış konuşmasını İstanbul Gazeteciler Derneği Başkanı Hasan Hınıslı gerçekleştirdi.
Hınıslı, kapanış konuşmasında şu ifadelere yer verdi:
"Bizler kurtuluşun; İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır lafıyla beraber kurtuluşun İstanbul’da başlayacağını inananlardandık. Totaliter rejimler demokrasi ile gelirler ancak demokrasi ile çok zor giderler. Türkiye’de hala bir demokrasi deneniyor. Buradan ben başarıyla çıkacağına inanıyorum. Karamsarlıklara katılmak istemiyorum ve boşver biz gülelim yine de diyorum."